OLMAK YA DA OLMAMAK


           Shakespeare’in bu sözü acaba kaleme döküldüğünden beri kaç coğrafyada, kaç defa dile getirilmiştir? Kaç konuşmanın harcına girmiştir? Belki bir ayrılık anına, belki bir ölüm kalım savaşına, belki bir tarihi adıma ramak kala hangi dudaklardan fısıldanmıştır?

           Tarihi, bir profesyonel meslek alanı olarak seçmeden çok önce, henüz bir çocukken bu ve bunun gibi tuhaf öyküleri, enstantaneleri hep merak ederdim. Hep “Acaba nasıl oldu?” sorusunun dayanılmaz gizemine kapılır, hayal dünyamı yüzyıllar öncesine taşır dururdum. Küçük bir çocuğun merak duygusunu biraz besleyin ve mutluluğunun sınırlarını, hayal gücünün ufkuyla birleştirmesini keyifle izleyin. Her birimiz biraz da çocukken olduğumuz insanın bir veçhile yansıması değil miyiz? Hâlihazırda en mutlu anlarımız dünün çocuğunun heyecanlarını taşımıyor mu?

            Otobiyografik bir yazı yazmayacağım, endişe edilmesin. Benim derdim, bizim derdimiz. Aslında uzun zamandır düşündüğüm bir husus bu “biz” meselesi. Hatta özelde Türkiye’deki Vaynakhlar, genelde bütün Kafkasyalılar hakkında çokça kafa yorduğum bir mesele.

            İnsanlar içine doğdukları coğrafya ve kültürün kaçınılmaz bir ürünüdürler. Her ne kadar bazen şartlarını ellerinden geldiğince dönüştürmeye çalışsalar da, büyük çoğunun içinden geldikleri kültür dairesine dair izler taşımaları olağandır. Haliyle kendilerini tanımlarken de genelde bu çerçeveyi kullanırlar. Ulus, vatan, ulus-devlet ve ulusçuluk gibi mefhumlar kökenlerini bin yıllardan da alsalar, 18. yy sonlarından itibaren olgunlaşmış ve güncelin bir parçası olmuşlardır. Devlet, birey ve toplum ilişkilerinin bu değişen kavramlar uyarınca yeniden tanımlanması bu modern zamanların bir getirisidir. Ulus ve vatan gibi kavramların olgunlaşıp şark coğrafyasına girişi ise, batı dünyasıyla kıyasladığımızda çok daha tazedir. Özellikle Asya toplumları içerisinde bir şey ne kadar geç benimsendiyse, fanatikliği de o oranda artmaktadır çıkarımını yapabiliriz kanaatindeyim. Bugün “vatan-millet” gibi kavramların bu derece yoğun yaşandığı bir coğrafyada yaşıyorsak bunu da hesaba katmalıyız. Determinist yönü kuvvetli şark toplumları, bir şeyleri “red” etmekle “benimsemek” eylemlerini aynı şiddet ve hızda yaparlar. Örneğin çayın bizdeki tüketimi çok çok yenidir. Mazisi en fazla 120 sene önceye giden Anadolu’da çay içme alışkanlığının günümüzdeki sağlamlığı, anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin sağlamlığı ile yarışır durumdadır. Bir başka çarpıcı örnek II. Mahmut’un bürokratlarının resmi bir üniforma ile tebaası içinde ayırt edilmesini sağlamak amacıyla getirttiği “fes” başlığına halkın gösterdiği olağan dışı tepkidir. II. Mahmut’a söz konusu “Urum serpuşunu” getirdi diye “Gâvur Padişah” diyecek kadar ileri giden bu “istemezük”cü kafa, 100 yıl sonra bu kez aynı fese “peygamber başlığıymışçasına” sahip çıkıp, aynı refleks ve saiklerle Atatürk’ün “şapkasına” isyan edecektir. 100 senede değişen tek şey serpuşun şekli, değişmeyense şarklının düşünce yapısı olmuştur.

            Biz de Kafkasyalı olduğumuz kadar, inkâr edelim ya da etmeyelim, sevelim ya da sevmeyelim birer “Doğuluyuz” da. 150 senedir Anadolu’da, onun bir parçası olarak yaşıyoruz. Anadolu’nun tüm kodlarıyla etkileşim içine girmiş ve hepsinden bir şeyler alarak yaşamımıza adapte etmişiz. “Doğulu” olmak kötü bir şeydir gibi düşünülmesin. Aksine, paha biçilemez zenginlikleri haiz bir geniş kültür deryası içinden çıkmak her daim bir şanstır. Fakat istisnasız her jenerasyonda bu şansı olabilecek en kötü şekilde kullandığımız da yadsınamaz.

            Kimimiz “bize” baktığında asimile olmuş bir toplum görüyor. Dilini her kuşakta biraz daha yitiren, her seferinde evrenselliğe kurban giden, azalarak biten bir kültür. Kimimiz kendimizi Kaf Dağı’nın zirvesinde görüyoruz. Üstten bakan, “farklı” olan, her şeyiyle diğerine göre üstün olduğu iddiasındaki garip bir kompleksin zavallıca bir dışavurumunu. Kimimiz kendimizi Türk halkının ister istemez bir parçası olarak görüyoruz; bazımız bundan memnun bazımız değil. Aslında hepimiz bize baktığımızda “başka bir biz” görüyoruz. Sonra da bu “biz” üzerinde uzlaşabileceğimizi düşünüyoruz. (Bu arada başkalarıyla da kavga etmeyi ihmal etmiyoruz.) Hele Kafkasyalılar arasındaki didişmeler ve “en Kafkasyalı biziz” minvalindeki hamasi saçmalıklar, tam da bu kendini beğenmiş bilinçten besleniyor. Doğumuna sebep olan biyolojik tesadüflerle övünmek kadar ahmakça bir şey daha varsa lütfen bana söyleyin.

            Dünya, ulusları bir şekilde tanımlar ve hatırlar. İnsanlığın öyle veya böyle bir ortak hafızası vardır. Bu hafızayı oluşturan öğeler de o ulusların içinden çıkan insanların ortaya koyduğu kalıcı eserlerdir. Bunlar maddi ve manevi tüm kültürel mirasların oluşmasına katkı sunduğu gibi, bir ulusu o yönüyle deyim yerindeyse meşhur eder. Lokal anlamda Anadolu coğrafyasında Ermenilerin taş ustalıkları, mimarlık yetenekleri tartışılmazdır ve Osmanlı’nın son dönemdeki pek çok büyük saray ve köşkleri onların elinden çıkmıştır. Türkler çinicilikleriyle, ahşap oymacılığıyla, hattatlıklarıyla meşhur olmuşlardır. Sultanahmet Cami’ne “Blue Mosque” dedirten o çini sanatı değil midir? Fransız mutfağıyla, İspanyol dansıyla, Alman edebiyatıyla tanınmıştır. Hülasa insan, eseridir.

            Peki biz ne yapıyoruz? Nasıl tanınıyoruz? Biz, bizim iddia ettiğimiz şey ya da şeyler miyiz? Yoksa başkalarının bizim için düşündükleri miyiz? Tüm bu sorular demetinin içerisinden çıkabilmenin ilk ve temel yolu kendimizi tanımaktan geçiyor. Kendini tanımayan, başkasına da anlatamaz. Anlatsa dahi bu boşa bir çaba olacaktır. Çeçen olmak ve bunu ifade etmekten başka bu kimlik ve sorumluluk adına ne yapıyoruz? Bu soruya verdiğimiz dürüst yanıtlar, yarınımızı şekillendirmek adına rehber niteliği taşıyor.

            İnsan olmanın asgari gereklerini yerine getiren ve ahlaki, vicdani, ilmî açıdan bunun da üzerine çıkmaya çalışan kişi, kendisine ettiği hizmet kadar, içinde yaşadığı topluma da hizmet eder. Buna itiraz edebilecek insan herhalde pek azdır. O halde bizi biz yapan şeyler hakkında kafa yorarken, bu çerçeveye sadık kalarak işe başlayabiliriz. Ancak o zaman “Nohçolla” ve “Adamalla” kavramları eşleşecek ve anlam kazanacaktır. Çeçen olmak ya da bunun bilincinde olmak, sosyal medya hesaplarımıza üç beş bayrak resmi koymaktan, sürgün retoriğini tekrarlamaktan, mücadele nutukları atmaktan fazlasına işaret ediyor olmalı. Yaptığımız işin hakkını verdiğimizde, birbirimizle kurduğumuz iletişimi güçlendirdiğimizde, temel odağımıza insanlığı ve insanlığa faydalı olmayı aldığımızda, zaten haliyle ulusumuza da kültürümüze de katkı sunmuş olacağız.

           Türkiye’de Çeçen imgesi ve bizim bu imgeye kattıklarımızla ilgili daha çok konuşmak gerek. Önce hepimiz her şeyi bırakıp, şapkamızı önümüze koyacağız ve gerçekten ne olduğumuzu ve ne yaptığımızı anlamaya başlayacağız. O ana kadar muhtemeldir ki küçük teşebbüsler, dostlar alışverişte görsünler, hamasi reaksiyonlarla her türlü mecrada savrulmaya devam edeceğiz. Ancak bu zincir bir yerlerde kırılmak zorunda; şayet yalnız kalmamak, doğru anlaşılmak istiyorsak.