Salaji-Molla Lora-Kafkas Kartalı


İnsan yaş aldıkça geçmişi daha çok hatırlıyor. Geçmişe olan özlemi daha çok artıyor. Bazen öyle hatıralar geliyor ki, akla burnumuzun direğini sızlatıyor. Nostalji bu olsa gerek.

Geçenlerde bir elektronik posta grubuna gelen, Çerkeslerin Harimola adını verdiği çocuk oyununu anlatan bir yazıyı okuyunca ben de bir anda çocukluğuma döndüm. Yaz akşamlarında biz de bu oyunu saatlerce oynardık, bazen kilometrelerce koşar, kimi zaman boyu belimize kadar gelmiş hasat bekleyen başakları boynunu bükmüş ekinlerle kaplı tarlaların içine yatardık. Kimi zaman sap-saman yığınlarının içinde sürünür, kimi zaman da gübre kokan ağıllarda gizlenirdik Rivayet olunur ki, bizden evvelki kuşaklar bu oyunu sabahlara kadar hatta bazen ara vererek günlerce oynar komşu köylere kadar giderlermiş ve oraların bahçe-bostanlarından meyve-sebze aşırırlarmış.(dostane ilişkiler çerçevesinde;)

Belki de yüzyıllardır oynanan bu oyun, savaşa benzemektedir partizan (gerilla) taktiklerinin çoğu vardır oyunda. Harimolayı (Peşinde çığırtkan olan arayan kişi) atlatmak için bölünme, Harimolanın peşindeki Harimolacıyı  (çığırtkan) atlatarak kale yakınlarında pusu kurması vb. çokça taktik sergilenir oyun içinde. Nitekim -her ne kadar savaş iyi bir şey olmazsa da- bizim geleneklerimizde oyunlar savaşa, savaşlar düğüne benzemektedir. Savaş sırasında Çeçenlerin Kizlyara yaptığı baskında çekilen görüntüleri izlerken baskından dönen Çeçen Gerillaların birbirlerine “sen daha şehit olmadın mı ben öyle duymuştum” diyerek şakalaşmalarını duyunca pek de şaşmamıştım. Çünkü daha önce Abhazya’da savaşan Konfederasyon askerlerinden bazılarının sırf şaka olsun diye, muzip bir edayla gülümseyerek , arkadaşlarının oturduğu odaya pimi çekilmiş el bombası attıklarını sonra da sanki hiç  bir şey olmamış gibi sakince  dışarı çıktıklarını işitmiştim.

Çardak ve Gücükte yaşayan Çeçenlerin Molla Lora adını verdiği bu çocuk oyununa ilişkin bir yazıyı Merhum yazar T.Cemal Kutlu “Çeçen Çocuk Oyunları- Molla Lora” başlığıyla daha evvel sanırım 1992-1993 yıllarında Argun (bknz-Türkçe Gazete) gazetesinde yazmıştı.

Sömestr ve yaz tatillerinde gidebildiğim köyümüzde yazlar gibi kışlar da güzel geçerdi tabi. Her akşam sırayla bir evde toplanma adeti çanak antenler köylere gireli var mı bilmem. Biz çocuklar için de türlü oyunlar olurdu, başta da kızak kaymak gelirdi. Tepelerden aşağıya rüzgar gibi inerken Uzunyayla’nın suratları kıpkırmızı sonra da simsiyah eden ayazı hiç mi hiç yakmazdı. Eve gelince azar işiteceğimizi bile bile, ayakkabılarımız hatta yün çoraplarımız su çeker ayaklarımız mosmor olur, burnumuz kulaklarımız nerde bilemezdik. Ama vazgeçmezdik.

Afili bir şekilde kolumuza taktığımız kızaklarımızla tepeyi tırmanır sonra vız diye inerdik. Biraz usta olanlarımız türlü manevralar yapar ustalıklarını sergilerdi. Acemiler ise karların üstüne hop yallah, kapaklanıverirdi. Ziyanı yok. Hiç üşenmeden ve üşümeden, yeni baştan tepeyi tırmanırdık.

Neden sonra bu kızakları başka bir yerde görmediğimi fark ettim. Bize özgü olduğu aşikar olan bu kızaklara Çeçence salaji denir. Bunlar iki bağımsız tahta parçadan ibaret olurdu. Şeklen, oturularak kayılan kızakların iki ayağına benzerdi. Altlarına çember dediğimiz iyi kaymasını sağlayan tenekeler çakılırdı. Bu parçaların üzerine açılan yuvalara, yaşken eğilip ters u şeklinde bükülen kalın ağaç dalı herkesin kendi ayak boyuna göre  monte edilip sabitlenirdi. İşte kızağımız hazır. Bu parçalar, ayaklara tıpkı kayak gibi yerleştirilir, ayakta ve bel kayakçılar gibi bükülüp, eğilerek yokuş aşağı kayılırdı. Durmak için veya yön vermek için hem eller hem ayaklar kullanarak sağa ya da sola manevra yapmak gerekirdi. İnanın bazan kayak kadar süratli olabiliyordu.

Bir yakınım TV ‘de Uludağla ilgili bir program izlerken, buna benzer kızakları ve bunlardan bahseden Kafdağı  bakışlı bir yaşlı amcayı görmüş “bunlar bizim, biz bunlara “Kafkas Kartalı” deriz, diyormuş..

Kim bilir hakikaten yitirdiğimiz bir Kafkas Kartalıdır kızaklarımız.

(Not:Bu yazı 2002 yılında kaleme alınmıştır)